20 Temmuz 2019 Cumartesi

Ne güzeldin be Haziran

Haziran ayımın çok güzel geçtiğinden geçen yazımda azıcık söylemiştim. Şimdi geçtiğimiz o güzel aydan bahsedip neden öyleydi onu anlatmak istiyorum. Aslında olan şeyler bütün ayı kapsayan kocaman şeyler olmasa da benim için ciddi bir dönüm oldu birçok konuda. İlk olarak dansa ve yogaya yazıldığımın altını çizmek istiyorum çünkü sanırım üniversiteden mezun olduğumdan beri kendime bunlardan birine yazılacağımı söyleyip sonradan da hep erteliyordum. Bir de mini bir konser verdim arkadaşımla birlikte ki bu da benim için bir dönüm noktası oldu çünkü Mine, abim ve Fatih dışında kimse benim şimdiye kadar çello çaldığımı duymamıştı. Yani birçok kişi biliyordu tabi ama benim çekingen ve mükemmeliyetçi tavrım yüzünden sadece biliyorlardı, hiç duymamışlardı. İlk olarak yogaya yazıldım Haziran başında. İnsana dinginlik vermesi rahatlatması falan bunları ilk zamanlarda kesinlikle hissedemedim doğrusu ama biraz inat biraz da verdiğim paradan kaynaklı dersi bırakmadım. Hatta ilk 2 günde nefes egzersizleri beni rahatlatmak yerine çok yavaş hareket ettiğimiz için strese bile soktu. Bir de meditasyon oturuşu yüzünden bacaklarımın hep bir kalıp gibi kalması, herkesin kalkarken benim uyuşan bacaklarımı açma çabam ilk günler için hiç iyi deneyimler değildi ama artık o kadar da kötü durumda değilim. En azından o kadar uyuşmuyorum. 

Hayatımdan beni rahatsız ettiğini düşündüğüm neredeyse herkesi çıkardığımdan beri sürekli boş zamanım oluyor. Yeni bir iş ve okul deneyimim de olmadığı için yeni insanlarla tanışmak aynı zamanda belki biraz bu odun yutmuş bedenim biraz kıvrak hale gelir diye salsa kursuna yazıldım. Yoga haftada 2, salsa haftada 2 ve çello için de 1 gün ayırdığımı düşünürsek evde neredeyse hiç vakit geçirmez oldum. Neyse, salsa kursuna yazıldıktan hemen sonra daha kursun kapısından çıkarken pişman oldum aslında. Fatih'ten ayrıldığım dönem kilo vermiş olsam da onunla olduğum süre içerisinde aldığım kiloları eritmiş değilim ve aşure kazanı gibi kalçamla salsa benim neyime? şeklinde düşünceler beynimi kemiriyordu ki "kime ne benim fiziğimden" diyerek kendimi aniden gaza getirip onun da derslerine başladım. Dans niyetine anaokulunda yaptığım bale ve ilkokul boyunca yaptığım kafkas dansları düşünülünce salsayla ciddi bir kültürel şok yaşadığımı söyleyebilirim. Becerebiliyor muyum? Kesinlike hayır ama çok eğleniyorum ve herkese de tavsiye ediyorum. Aynada kendimi görünce bir gülesim geliyor her seferinde.

Minik konserime gelecek olursak eğer aslında belli bir kitleye hitap ettiğimiz söylenemez ama Kadıköy'ün ortasında insanlar dinlese de dinlemese de bir şeyler çaldım mı? Evet, çaldım. O zaman o benim için bir konserdi. Kurstan Zehra diye bir arkadaşın ki kendisi keman ve violo çalar, zaman zaman sokakta, metroda ve parklarda çaldığına rastlamıştım. Birgün tamamen dalgasına "bir gün de birlikte çalalım" demiştim ve bir akşam Komşu Çocuğu'yla dersimiz tam bittiğinde yanımıza gelip "hangi parçaları çalacağımıza karar verelim bu haftasonu çalalım" dedi ve ben de bir anlık gazla tamam dedim. İzin aldı mı ya da nasıl aldı hiçbir fikrim yok ki ben parkta sandalyeme oturup stopperimi konumlandırmaya çalıştığım ana kadar ne yaptık ne ettik hiç bilmiyorum. İnsanların çok dikkatini çektiğimizi düşünmüyorum, çok da dikkat edemedim zaten ama benim için kesinlikle inanılmaz bir deneyim oldu. Kulak cırmalayan hatalarımı yapmamak için verdiğim çaba, ellerimin titremesi ve terlemesi derken 3 parça çaldık sonra ben kalktım o devam etti. Aslında hiç kimse dinlememiş bile olabilir ama ben yine de bunu ilk mini konserim olarak adlandırıyorum. Ne de olsa ev ve kurs dışında bir yerde birileri için çaldım değil mi?

Bunların hiç biri peşpeşe olmadı ama 30 gün içerisine parça parça sığınca benim için çok güzel bir ay oldu. Sıkılmak için fırsat bile bulamadım doğrusu. Keşke hep bu şekilde kendime eğlenceli uğraşlar bulabilsem.

17 Temmuz 2019 Çarşamba

Temmuzda sohbahar modu

Yıllar oldu sanırım sürekli döneceğim, dönüyorum, döndüm diyip duruyorum bloga ama gerçek anlamda bir türlü dönmeyi başaramadım. En aktif dönemim zaten malum üniversite zamanı ama Facebook anılarda mezuniyetimin üstünden 4 yıl geçtiğini söylediğine göre iş hayatı yüzünden böyle olduğumu açıkça söyleyebilirim. Her gün peşi sıra o kadar monoton o kadar sıkıcı ki bu konu hakkında bir şeyler yapmak için oturup planlar kurup duruyorum. Öncelikle haziran çok güzel geçti, güzelce gezip kendime evin yolunu fazlasıyla unutturdum ama temmuz o şekilde olmadı tabi. Haziran ayını başka bir postta anlatırım tabi o ayrı mesele ama madem adeta bir sonbahar havası var ve temmuz da oldukça sıkıcı geçiyor neden kapalı yer etkinlikleri yapmayayım ki dedim ve her hafta 1-2 film izleme kararı aldım. Hepsine sinemada gitmemiş olsam da olsun oldukça eğlenceli vakit geçirdim evde de. Hangi filmleri izlediğime gelecek olursam eğer beğendiklerimden bir kaçını şurada aşağıya bırakıyorum.

1. Yesterday

Film Jack Malik adında kendi kendine müzik ve söz yazarlığı yapıp ünlü olma hayalleri kuran bir adımın hikayesini anlatıyor. Aslında sesi ve müzik yeteneği fena olmasa da söz yazarlığından patlıyor ana karakterimiz. Bir gün tam da müziği bırakmaya karar verdiğinde bütün dünyada aynı anda elektriğin gitmesi yüzünden bir kaza geçiriyor ve birkaç gün sonra gözlerini hastanede açtığında aslında onun var olduğunu bildiği ama başkalarına göre hiç var olmamış şeyler olduğunu fark ediyor ki bunların başında herkesin bildiği Beatles grubu var. Jack gözlerini açtığı yeni dünyada ünlü olma hayalleri ve arkasında bırakmak zorunda kaldığı aşkı arasında bir seçim yapmak zorunda kalıyor. Film bence çok hoş tam böyle yağmurlu havalarda kahveyle battaniye altında izlemelik bir film. Tamam şuan battaniye biraz çok olur belki ama oldukça şirin, izlenesi bir film.
-asla var olmayan şeyler arasında komik detaylar da var-

2. Tolkien

Tolkien aslında bildiğimiz Tolkien. Yani Yüzüklerin Efendisi üçlemesi, Hobbit, Silmarillion vb. efsane denebilecek fantastik serilerin yazarı. Film de tam olarak onun hayatını konu almış durumda. İlginizi şimdiye kadar çekmiş midir bilmiyorum tabi ama elf dili dahil o bildiğimiz karakterlerin oluşumu, Tolkien'in hayatında geçmiş olayların hayal gücündeki etkisi ve eserlerinin çıkışını anlatıyor film. Bana sorarsanız film çok güzeldi. 2 hatta 3.tura dönebilirim kendisiyle çünkü Nicholas Hoult'un oyunculuğu Tokien'in yakın arkadaşlarına can veren Anthony Boyle, Patrick Gibson ve Tom Glynn Carney'le cuk oturmuş. Lise yıllarında sanatın her türüne gönül vermiş bu dört çocuk ve onların birbirine verdikleri umut ve dostluk kesinlikle izleme değerdi. 

3. Annabelle

Annabelle birilerinin öyle ya da böyle duyduğunu düşündüğüm pediofobiler için ölüm sebebi olabilecek bir korku unsuru. Biraz başa saracak olursak eğer yönetmenliğini James Wan'ın yaptığı The Conjuring serisinin yan hikayesidir. Annabelle geçmişi 1900'lü yıllara uzanan, zamanında kendisine kötü bir ruhun musallat olduğu düşünülen bir bebek ve aynı zamanda gerçek olduğu da iddialar arasında. James Wan'ın birbiriyle biraz biraz bağlantılı tuttuğu ana ve yan hikayeler düşünülünce aslında seri çok güzel diyebilirim. Oyunculuklar, korku unsurları, jump scare olsun ben fazlasıyla bu korku serisini beğeniyorum. Annabelle'in bu 3.filmi olduğu için kendi içimde "acaba artık sıkmadı mı bu konu?" dediğim halde ben filmi beğendim. İzlemediyseniz eğer The Conjuring 1-2, Nun, Annabelle 1-2-3, La Llorona filmlerini de ayrı ayrı tavsiye ederim. 

4. I am mother

Dünyada insan nüfusu tamamen sıfırlandığında başlatılar bir programla en "doğru" ve "başarılı" insanı eğitmek için bir robot görevlendirilir. Duyguları olmayan bir robotun eğitip ergen bir birey haline getirdiği genç kızın aslında ondan saklanan dış dünya ve onu büyüten "mother"arasında doğru ya da yanlış kararlar alması filmin konusu. Tarafsız olarak sadece programlanan görev doğrultusunda eğitim veren bir robot mu daha iyidir? Duygu iniş çıkışları olan bir canlı mı? Film içerisinde birçok iniş çıkış ve ters köşe bulunmakta. Çok anlamam belki ama bana sorarsanız bilim kurgu alanında oldukça başarılı bir yeri var I am mother'ın. İlgilisine şiddetle tavsiye edilir.

5. White Crow

Beyaz karga bana yıllar önce izlediğim Mao'nun Son Dansçısı'nı hatırlattı diyebilirim. Hoş yaşanmışlığı ve kendi dönemlerinin ideolojileri düşünüldüğünde muhtemelen bu ve bunlar gibi bir çok kişi zorluk çekmiştir. Ünlü rus balet Rudolf Nureyev'in Avrupa turnesi için Fransa'ya gitmesiyle işler biraz karışmaya başlıyor. SSCB'nin baskıcı ve sert tutumundan sonra Fransa'ya ilticasını konu alan film Başka Sinema sayesinde beyaz perdeye gelmiş olsa da kesinlikle gerek görsel gerek işitsel her anlamda izleyeni tatmin edecek seviyede.